Hem Dışavurumcu Alman Sinemasının hem de kara filmin usta ismi; Fritz Lang’ın yönetmenliğini yaptığı House by the River (1950), katilin baştan belli olduğu, suçun hem psikolojik hem de toplumsal açıdan izlerine değinen kara filmlerden. Girişteki cinayet sonrasında gerilim dozunun düşmesi ve mekan ile dekordan anlaşıldığı üzere biraz düşük bir bütçeye sahip olması, yönetmenin önceki çalışmalarının biraz gerisinde kalmasına yol açıyor.
Giriş jeneriği akarken kamera romantik bir orkestra müziği eşliğinde nehirde gezinir. Arada müzik gerilimli bir hal alır ve bu isimsiz nehirde adeta kötü bir şeylerin olacağına dair izleyici önceden haberdar edilir. Sonrasında yazar olmaya çalışan ama bir türlü başaramayan Stephen Byrne’i görürüz. İlk bakışta ağzı laf yapan, sempatik bir adam izlenimi bırakır. Fakat hizmetçisi Emily’i röntgenleyen Stephen’ın yavaş yavaş gerçek yüzü ortaya çıkmaya başlar; yaptığı küçük iyilik karşılığında Emily’i taciz eder. Etraftan çığlığının duyulmasını önlemek maksadıyla Emily’nin boğazına sarılarak yanlışlıkla ölümüne sebep olur. Kara filmlerde istemsizce veya bir anlık sinirle öldürme, genellikle gerçek suçun önünü açar. İlk sahnelerde bir böceği bile öldüremediğini gördüğümüz Stephen, suçun dayanılmaz cazibesine kapılınca kötücül tarafı ön plana çıkar.
Filmde yer alan en önemli sahnelerden biri Stephen hakkında önemli bir detay verir. Evin kıdemli hizmetçisi Bayan Ambrose, nehirde yüzen hayvan cesedi görünce nehirden nefret ettiğini söyler. Stephen ise “Bu kirlilik için nehir değil, insanlar suçlanmalı” der. Ama Stephen, bu düşüncesinin aksine film boyunca kendisini pek de suçlamaz. Arada gördüğü halüsinasyonlar, pişmanlığını iyice bastırmasıyla sonuçlanır. Hem de işlediği cinayeti fırsata dönüştürerek yazarlık yolunda şöhret basamaklarını bir bir çıkmaya başlar.
Filmin diğer önemli tarafı ise işlenen cinayetin kasaba halkının davranışlarına yansımasıdır. Hizmetçi kızın ortadan kayboluşunu erkek arkadaşıyla kaçmış gibi izlenim bırakmasını sağlayan Stephen, Emily’e “kötü kız” imajını da yaftalamış olur. Böylece Emily’nin kötü namı giderek büyür ve kaybolmasının bir önemi kalmaz. Ama cesedin ortaya çıkmasıyla Byrne Ailesi’ne yeniden gözler çevrilir. Stephen’ın ağabeyi John zan altında kalır. Klasik taşranın güce tapınma sevdası kendini gösterir ve “Yazar Stephen”dan şüphelenilmez. Onun yerine bir ayağı topallayan yalnız John’un katil olma potansiyeli daha yüksektir. Burada da taşranın geleneksel dışlayarak cezalandırma yöntemine şahit oluruz. Emily’nin kaybolmasının kasaba halkı üzerinde hiçbir kıymeti yokken cansız bedeni değer görür. Burada küçük bir not da düşelim. * Fritz Lang, Emily karakterini siyahi bir oyuncunun canlandırmasını istemiş fakat yapımcının onayını alamamış. Yönetmen eğer hayalindekini gerçekleştirebilseymiş kasabanın ikiyüzlü bakış açısının ırkçı tarafı da ortaya çıkar ve dönemin kalburüstü yapımları arasında günümüzde dahi adının zikredilme olasılığı yüksek olurmuş.
A.P. Herbert’ın aynı isimli romanından uyarlanan House by the River, benzer temalarda sayısız örnekler veren Fritz Lang’ın en iyi çalışmalarından biri olmasa da kara film severler bu filme kayıtsız kalmayacaktır. Katilin baştan belli olduğu ve işlenen suçun çevresinde yarattığı etkiyi merak edenler, bu klasik filmden keyif alacaktır.
KÜNYE / IMDB: 7,2
Yönetmen: Fritz Lang
Senaryo: Mel Dinelli, A.P. Herbert
Oyuncular: Louis Hayward (Stephen Byrne), Lee Bowman (John Byrne), Jane Wyatt (Marjorie Byrne), Dorothy Patrick (Emily Gaunt), Ann Shoemaker (Bayan Ambrose), Jody Gilbert (Flora Bantam)
Müzik: George Antheil
Görüntü Yönetmeni: Edward Cronjager
Kurgu: Arthur Hilton
Ülke: ABD