Western türünün şeytani bir paranoyayla harmanlandığı The Wind (Rüzgâr, 2018), Emma Tammi’nin ilk yönetmenliği. Hamilelik depresyonu ve annelik psikozunu 1800’lerin sonundaki ıssız çorak topraklarda yaşayan bir kadının şeytan ile mücadelesini anlatan film, western ile özdeşleşen yalnız kovboy yerine yalnızlaşmış kadına odaklanıyor.
Gergin ve kederli bir açılış yapan film, ölü bir anne ve bebeğinin toprağa gömülmesi ile geriye dönüşler eşliğinde hikayesini anlatıyor. Lizzy’nin geçmişte yaşadıkları ve komşusu Emma’nın başına gelenlerin paralellik göstermesi, anlatının doğrusal değil de flashbackler aracılığıyla aktarılmasını mantıklı kılıyor. Ayrıca eşleri vasıtasıyla kendi topraklarından kopmuş iki farklı kişilikteki kadının karşılaştıkları benzer olaylarla nasıl mücadele ettiklerini de görmemize olanak sağlıyor.
Lizzy’nin hayatı, Emma ve eşinin komşu olmasıyla değişir. İki komşu çift, aynı ıssızlığı paylaşırken düzenleri altüst olur. Aslında hikayenin bu kısmı gündelik hayatta karşımıza çıkabilecek kıskançlık sorununu işliyor. Emma’nın sürekli kendi eşiyle Lizzy’ninkini karşılaştırması ve hamileliği, kıskançlığı tetikliyor. Toplum tarafından beynimize kazınan “anne olmayan kadın yarım kadındır” lafını içselleştiren Lizzy’nin, geçmişte bebeğini kaybetmiş olmasını kıskançlığın asıl unsuru sayabiliriz.
Tanrının insanları unuttuğu, insanların da tanrıyı ancak İncil’den hatırlayabileceği bir bölgede geçen filmde, haliyle şeytan insanlarla iş birliği içine girmeye çalışıyor. Bu kısımda dram ile korku içi içe geçtiğinden yavaş işleyen bir psikolojik korku (slow burn horror) karşımıza çıkıyor. Hamilelik depresyonunu korku unsurları ile birleştiren bu travmatik deneyim şeytani öğelerle destekleniyor. Biraz yavaş işleyen bir yapıya sahip olduğundan her korku türü hayranına hitap edecek bir film olmadığını hatırlatmak lazım. Korku sahneleri ise etkisinden kurtulamayacağınız, kült olabilecek dikkat çekicilikte olmak yerine bütüne hizmet etmeye çalışıyor.
Normalde eleştirilerde yönetmenin kadın olmasına pek dikkat çekmem. Ama The Wind filminde yönetmen ve senaristin kadın olması filmdeki çoğu detayı etkilediğini düşündüğümden kısaca bu konuya da değinelim. 1890’da geçmesine rağmen dönemine göre güçlü kadın imajı dikkat çekiyor ve kadın erkek arasındaki iletişimsizliğe rağmen bir güven de söz konusu. Eşinin Lizzy’e korkularından arınması için bir tüfek vermesi, sofrada kadınların daha çok diyalog halinde olması, kadın karakterlerin okuma yazma bilmesi, Lizzy’nin ana karakter olması gibi… Erkekler ve duyguları geri planda kalırken kadın karakterlerin sorunları ile daha çok haşır neşir oluyoruz. Ayrıca filmde gotik edebiyatın önemli kadın yazarlarından Mary Shelley (Frankenstein) ve Ann Radcliffe (The Mysteries of Udolpho / Udolf Hisarı) alıntılarına yer verilmesi de bu savı destekler nitelikte.
The Wind, iyi bir alt metni olmasına rağmen korku türü açısından biraz zayıf bir yapım. Uçsuz bucaksız bir arazide klostrofobik bir ortam yaratmayı başararak sürekli gergin bir ortam sağlıyor ama rahatsız etmeyi başaramıyor. 38. İstanbul Film Festivali’nin “Mayınlı Bölge” bölümünde gösterilen film, daha çok atmosfer odaklı korku severlere hitap ediyor.
KÜNYE / IMDB: 5,6
Yönetmen: Emma Tammi
Senarist: Teresa Sutherland
Oyuncular: Caitlin Gerard (Lizzy Macklin), Julia Goldani Telles (Emma Harper), Ashley Zukerman (Isaac Macklin), Dylan McTee (Gideon Harper), Miles Anderson (Rahip)
Müzik: Ben Lovett
Görüntü Yönetmeni: Lyn Moncrief
Kurgu: Alexandra Amick
Ülke: ABD