‘‘Kulak verin sözlerime iyice,
Herkes öldürebilir sevdiğini
Kimi bir bakışıyla yapar bunu,
Kimi dalkavukça sözlerle,
Korkaklar öpücük ile öldürür,
Yürekliler kılıç darbeleriyle!’’
Oscar Wilde (Victoria Dönemi Edebiyatı)
Giriş
İngiltere’de 19. yüzyılda Victoria Döneminde başlanan, Oxford İngilizce sözlüğünün hazırlanması sürecinde yaşanan olaylar ve bir dilin sözcüklerinden insanların yaşamına uzanan bir serüven anlatılmaktadır. Filmde görünürde yüksek dehaların, adanmışlık, tutku, umutsuzluk, dostluk ve aşkları sözlük eksenli, dilin merkeze alındığı bir çerçevede verilirken; dönemin siyasi yapısı, yaşayışı, kültürü, mimarisi ve tıp bilgilerine de ciddi göndermeler yapılmaktadır. Nitekim savaş ve sonrasında yaşanan travmatik olaylardan kaynaklanan melankoli ile bilinçdışına atılan duyguların, insanın psikolojisine etkilerinden ruh ve bedeni üzerine yansımalarına kadar varan geniş çağrışımlarla yüklü bir çözümleme ele alınmaktadır. Olayları anlamak için dönemin çerçevesinin çizilmesinin önemli olması hasebiyle öncelikle Victoria Dönemine yakından bakılması ufuk alanını genişletecektir.
Victoria Dönemi: İngiltere
İnsanın içerisinde yaşadığı zaman dilimi dünya görüşünü ve hayata bakış açısını oluşturduğundan filmde yaşanan döneme yakından bakmak kanaatimce filmin ruhunu anlamaya ışık tutacaktır.
Sanayi devriminin öncüsü olan İngiltere’nin ekonomik üstünlüğü, 19. yüzyılda iyice belirginleşmiştir. Büyük bir ilerleme sağlayarak olgunluk çağına ulaşan İngiliz ekonomisi, nüfuz alanını tüm dünyaya yaymıştır. Denizlerdeki hegemonyası ve kurduğu imparatorlukla fikirlerinin yayıldığı ülkelerde kabul görmesi sonucunda dilinin, parasının ve kurumlarının parlaklığı bu yüzyılda zirveye ulaşmıştır. Aynı zamanda Kraliçe Victoria Dönemi olarak adlandırılan bu çağ, hem siyasi, ekonomik ve sosyal açıdan hem de düşünsel olarak yayılmacı bir strateji üzerine kurulmuştur.
Diğer bir anlamda kendine güven çağı olan bu zaman dilimini, Mina Urgan, kavramsal olarak çelişki ve çatışmalarla dolu bulmakta ve bunu karmaşık anahtar sözcüler aracılığıyla ifade etmektedir. Victoria Dönemi’ndeki tutarsızlıkların başlıcalarını; ailevi değerlere saygılı olma merakının yanında gelen ikiyüzlülük, cinsel konulardaki suni çekingenlikle gelen kutsal sayılan sevgisiz evlilikler, dar kafalılık ve dinsel yobazlığa karşın Hristiyanlığın dibini oyan bilimsel araştırma ve gelişmeler, plansız gelişen sanayileşme sonrası haksızlıklarla dolu çalışma şartları ve adaletsiz ekonomik düzen, alt sınıfların saygın bulunmaması ve para/madde severlik ile sanata duyulan düşmanlık, [1]şeklinde dile getirmiştir.
Elbette ki doyum noktasına ulaşan her şey gibi İngiltere’de de arızların baş göstermeye başlaması kaçınılmaz olmakla birlikte yayılmacı politikalar, özellikle sömürgeci bir topluluk olan İngilizler için hayati önem taşımaya devam etmektedir. Bu nokta da dilin birleştirici gücünü kullanma zarureti doğmuş, fethedilen topraklarda kendi dillerini empoze etmeleri gerekmiştir. Zira gittikleri topraklarda krallığın dilinin konuşulması oralardaki hâkimiyeti daha bir pekiştirecektir.
Tam da bu noktada Tarihsel İlkeler Üzerine İngilizce Sözlük, Oxford İngilizce Sözlüğü’nün hazırlanması gerekmektedir. Film de temelde bu sözlüğün hazırlanma sürecini konu almaktadır. Bu hazırlığın arka planı ta 1857 tarihine kadar uzanmaktadır. Tarih, dil, edebiyat ve kültür açısından son derece elzem olan bu uğraş çok zor ve iddialı bir iş olduğundan bir türlü başlanamamaktadır. Her ne kadar o ana dek sürdürülen çalışmalar varsa da istenilen düzeyde değildir. Burada James Murray’nin hikâyesi devreye girmekte ve sözlükle birlikte birçok hayat şekillenmektedir. Kelimelerin etimolojisi insanların geçmiş yaşamlarıyla birleşmekte ve yepyeni kader birlikteliklerinin bağı kurulmaktadır. Sözcüklere ulaşmak samanlıkta iğne aramaya benzemekte, bu süreçte kelimeleri arayanlar, deha ve delilikleri, travmaları, bellekleri, psikolojileri ve melankolik tabiatlarıyla akıl almaz bir gayret, çalışma, fedakârlık ve inanç içeren bir yolculuğa çıkmaktadırlar.
Tüm yolculuklar insandan insanadır
Diderot’un delişmen bir kahramanı, ne lüzum var dâhiye der, dünyanın başına dert açan hep o. Deha tabiatın en tehlikeli armağanı. Düşüncenin bütün “cenin-i sâkıt’larını kudurtan bu tehlikeli armağan nedir acaba? (Meriç, 2005: 213)
Film, İngiltere’ye sığınmak için gelen, ABD Ordusu’ndan emekli cerrah Yüzbaşı, Doktor William Chester Minor’un mahkemeye çıkışı ile başlamaktadır. Duruşma esnasında öğrenilen bilgilere göre Doktor Minor, 17 Şubat gecesi uykusundan uyanır ve ülkesinde kendisini arayanların İngiltere’de yerini bulduğunu düşünür. Peşinde olan Declan Reilly’nin gerçekten de odasında olduğunu sanmıştır. Doktor Minor, tabancasını alır ve adamı kovalamaya başlar. Sokakta ilk rastladığı adamı o zanneder ve ateş ederek takip etmeye başlar. Kovalamaca adamın evinin kapısında, eşinin ve altı çocuğunun gözleri önünde Dr. Minor tarafından vurulmasıyla son bulur. Dr. Minor özür diler ve öldürdüğü kişinin kendisini takip ettiğini düşündüğü kişi olmadığını şu sözlerle dile getirir.
WILLIAM CHESTER MINOR: Fenian değil mi?
Devam eden mahkeme sırasında yaşananların görüldüğü bu sahnelerde hem Doktor Minor şaşkındır hem de vurduğu adamın ailesi. Bu sahnede ölen adamın ne olduğunu anlamayan eş ve çocukları dağılmış bir vaziyettedir. Film travmatik bir sahneyle açılmış olur; çünkü bir baba çocuklarının gözleri önünde öldürülmüştür. Travmatik olayları meydana gelişleri bakımından ikiye ayırmak mümkündür; doğal yollarla oluşanlar ve insan eliyle meydana gelenler. Doğal yolla oluşan travmalar; deprem, sel, yangın gibi doğal felaketlerdir. İnsan eliyle meydana gelen travmatik olaylar da ikiye ayrılır; kaza ile olanlar ve bilerek, amaçlı yapılanlar. İnsan eliyle meydana gelen travmatik olaylara; cinayet, kaza, fiziksel ve cinsel saldırı, terör ve savaş örnek olarak verilebilir (Koryürek, 2011: 15). Tekrar mahkeme salonuna dönüldüğünde Doktor Minor’un yaptığı savunmadan da anlaşılacağı üzere normal düşünemediği ve hayali kişilerden bahsettiği görülmektedir.
WILLIAM CHESTER MINOR: Yüzünün sol tarafında yara izi var. Geceleri geliyor. Bazen başkalarıyla geliyor. Hayalet gibi odama giriyorlar.
Mahkeme salonunda ağır bir havadan ziyade esprili bir dil vardır. Çünkü kimse Doktor Minor’a inanmamaktadır. Mahkemeyi takip edenler de kahkaha ile güdüğünden sık sık sessizlik çağrısı yapılmaktadır. Bu esnada eşi öldürülmüş olan Eliza Merrett’in donuk gözlerle yere bakması, sahneye trajikomik bir ağırlık yüklemektedir. Merrett, salonda oturur vaziyette ne olduğunu anlayamamış ve olanlara inanamaz bir halde boş boş bakmaktadır. Duygular Santre’a göre düşünümsel değildir ve bununla duyguların bilincin nesnesi olmaksızın meydana geldiğini kasteder (Svendsen, 2017: 62). Doktor Minor kabul etmese de Kraliçe Victoria’nın jüri üyeleri onu deli sayar, öldürdüğü adam olan George Merrett’in cinayetinden suçsuz bulur ve aksi iddia edilene dek cezai ehliyeti bulunmayanların kaldıkları Broadmoor Akıl Hastanesi’nde kalmasına karar verirler.
Bir sonraki sahnede seyirci Profesör James Murray ve ailesi ile tanışır. Murray’ın oğlu Harold, oynadığı oyunda kendisine faul yapılınca, argoya kaçan sözcüklerle duygularını ifade eder. Babası bir ebeveyn olarak dili doğru kullanması noktasında oğlunu uyarmaktan geri durmaz. Eşi Ada Murray de oyunu takip ettiğinden yanına gidip oğlunu ikaz ettiğini belirtir. Ada Murray gazete okumaktadır aynı zamanda. Bu nedenle üzücü bulduğu Lambeth’teki silahlı saldırıdan bahseder. Katil Amerikalı ordu subayının bir adamı vurduğunu ve zavallı bir kadının 6 çocukla ortada kaldığını söyler. Sonra Ada Murray:
ADA MURRAY: Senin başına böyle bir şey gelse, ne yapardım bilmiyorum James, der.
Film burada haberlerin algılanışına dair ufak bir parantez açar. Öyle ki haberler, seyreden insanda beğeni uyandırdığında ‘‘keşke o, ben olsam’’ duygusu yaratmakta, negatif ve başa gelmesi istenmeyen bir olaysa da ‘‘iyi ki o ben değilim’’ mantığıyla değerlendirilmesine sebep olmaktadır. Haber olarak bakılıp insanın kendini soyutladığı nice olay aslında yine herkesin yaşadığı şeyler olmakta, birikerek kolektif bilince etki etmekte ve ruhsal anlamda yine tüm insanlara dönmektedir. Hatta kimi zaman Murray ve Minor’un şahsında olduğu gibi yollar bile bizzat kesişebilmektedir hayatta.
Bu esnada Murray’ın oğlu topu kaleye girdirmeyi başarır ve babasının ikazlarına rağmen argoya kaçan bir kelime ile sevincini belli eder. Seyirci bu sahnede, filmin ilerleyen kısımlarında göreceğimiz gibi dile son derece önem veren ve en doğru kullanımı için özen gösteren, hatta ve hatta Oxford İngilizce Sözlüğün yapım hikâyesine soyunan Murray’ın oğlunun dili kullanma biçimine bakarak aslında dilin çok da didaktik ilerlemediğini görür. Elbette ki dil yaşam içinde kendine doğal bir alan bulup o yöne doğru akmaktadır. Dil yetisi toplumsallık arz ettiği için birey ne tek başına onu yaratabilmekte ne de değiştirebilmekte ve ortak bir hafıza ve sözleşme olan dil, ancak öğrenilmek suretiyle kullanılabilmektedir. Dil açısından, gösterge madeni paraya benzer. Bu para, alınmasını sağladığı herhangi bir şey için geçerli olmakta ve aynı zamanda, değeri daha yüksek veya düşük başka paralara göre de bir kıymet içermektedir. Bir anlamda kurumsal ve dizgesel özellik net bir şekilde birbirine bağlıdır. Dil, sözleşmeye dayanan bir değerler dizgesi olduğu için bireyin tek başına yol açtığı değişikliklere direnen toplumsal bir yanı da vardır (Barthes, 2014: 31).
Oxford Üniversitesi Mütevelli Heyeti’nin son 20 yıldır hazırlamaya çalıştığı ve bir ordu dolusu akademisyenin tüm çabalarına rağmen dilin ilerleme hızından geri kaldıklarını itiraf ettikleri cidden zorlu bir iş için Profesör Murray, yetkinlik sağlayacağını iddia eder. Oxford Üniversitesi Mütevelli Heyetine göre hegemonik olarak dünyaya yayılmış olan İngiltere’nin, dil yönünden de silahları kuşanıp, kılıçları bileyip kontrol edilemeyeceğini beyan etmesi zaruriyet arz etmektedir. Bunun için sözcüklerin derlenmesi gerekmekte fakat kapsamı ve amacı yönünden çabalar yeterli gelmemektedir. Oxford’un kibirli soyluları ve bilmiş akademisyenleri bir mucizeye ihtiyaç duymaktadırlar. Fakat İngiliz egemenler, yine de dil gibi ulusal bir konuyu egemenliklerini güçlendirmelerinin bir vasıtası haline dönüştürmekten kaçınmamaktadırlar. Bu sebeple orada bulunan olağanüstü ve sıra dışı Profesör Murray’ın nitelik sorunu ortaya çıkmaktadır ki bu sorun herhangi bir üniversite diplomasının dahi olmamasıdır. İlerleyen sahnelerde bu egemenlik boyutu öyle bir hissedilir ki İncil kadar ticari getirisi olmadığı için Oxford İngilizce Sözlüğün yapım işinin sonlandırılma ihtimali bile düşünülür. Sonuç itibariyle Profesör Murray ayaküstü bir sınavdan geçirilir “zeki” sözcüğünün tanımı ve tarihi sorulur.
Sınavı başarıyla geçen dahi Profesör:
JAMES MURRAY: Bunu başarabileceğime kendim bile inanmıyordum, diyerek hayreti mucibini açığa vurur. İzleyici konuşmaların cereyan ettiği bu süreç boyunca güneşin gölgeyi üniversitenin kütüphanesi olduğunu düşünülen bir binanın üzerinden kaldırdığını görmekte, on binlerce kitabın olduğu kütüphanenin içerisine girmekte ve Murray ile sınav terleri dökmektedir. Burası Profesör Murray’ın kişiliğine, duruşuna ve tutkusuna şahit olunan ilk sahnedir. Cemil Meriç’in gerçek kültür bir tutkudur. Bütün varlığımızı ilgilendiren bir davranış, insana inanış, kendini insanlığın kaderinden sorumlu tutuştur, kısaca bir sevgidir kültür (Meriç, 2015: 90) söylemindeki o yüksek kültür profesörde de görülmektedir.
Sonuç olarak Oxford’un anlı şanlı hocalarının defalarca giriştiği ancak altından kalkamadığı bu İngilizce sözlük hazırlama projesi, dönüp dolaşıp kendisini geliştirmiş, alt sınıflardan gelen bir İskoç olan -İskoç aksanından rahatsızlık duyulan- James Murray’e emanet edilmiştir. Adorno bu durumu söyle özetler. “Kendinden emin mutabakatın kadiri mutlak acizliğine ancak sınırları zorlayan düşünceler karşı koyabilir. Kendi tatmini için fable convenue[2] uyarınca hor gördüğü şeyle sadece zihinsel akrobasi muhatap olabilir” (Adorno, 2019: 328).
Profesör James Murray
Profesör Murray kendini Teviotdale’dan basit bir manifaturacının eğitimsiz oğlu olarak niteleyecek kadar tevazu sahibi bir dehadır; ki on sekizinci asrın sonlarına kadar yerine oturmamış bir kelime olan dehayı Cemil Meriç, Genie’nin tercümesiyle şöyle anlatır. “Bulutların arkasından gülümseyen tayftır. Alnında kâh yıldızlardan bir taç, kâh dikenden. Görülür, fakat anlatılmaz. Cihanşümûllüğünün sırrı, müphemiyetindedir. Bütün gönülleri fetheder, bütün dudaklarda dolaşır” (Meriç, 2005: 213).
On dört yaşındayken çalışmak için okumayı bırakan ama kendi kendini eğiten İskoçyalı bir profesör, James Murray. Geleneksel eğitim almamış olsa da kendi dilinde yetkin ve yaklaşık 20 dil konuşabilecek kadar da farklı dillere hâkim birisidir. Bu sebeple James Murray, Londra Filoloji Topluluğu projesinin başına bir otodidakt olarak geçmeyi bilgi ve vasıflarıyla hak etmektedir.
Dille ilgili her şeye büyük bir tutkuyla bağlı olmakla beraber ailesini ve çocuklarını da önemsemektedir. Bunu yeni aldığı iş nedeniyle farklı bir yere taşınma konusunu çocuklarına anlatma hassasiyetinden anlıyoruz. Yapacağı işin neleri kapsayacağını çocuklarına kitaplarla anlatmaya çalışmakta, çocuklarının kafalarında şekillenmesi için somutlaştırmaktadır. Coşkulu ve heyecanlı olması sebebiyle kitaplar elinden kayıp düştüğünde de profesör:
JAMES MURRAY: Asla kitaplarla oynamayın, tamam mı? Bu doğru değil. Diyerek çocuklarına doğru örnek olma misyonunu da unutmamaktadır.
Aynı zamanda tutkuyla çalıştığı işte saatlerce ve saatlerce sabır ve metanetle çalışabilmektedir. Gerçekleştirmek istediği hayalleri için gecesini gündüzüne katmaktan çekinmemektedir. Lakin işler tıkandığında da yardım almaktan çekinmemekte ve büyüklenmemektedir. Bu işi ben yapıyorum gösterişinden ziyade, güzel bir işin, severek yaptığı bir işin parçası olmaktan yeterince haz duymaktadır. Bu da James Murray’ın, Büyük Britanya, Amerika ve İngiliz kolonilerine, “Kitap okuyun ve İngiliz dilinde sözlüğe değer gördüklerinizi not alın ve sözcüklerinizi Oxford’a gönderin. Oxford Üniversitesi İngiliz dilini kayıt altına alıyor” çağrısından anlaşılmaktadır. Keza bu çözüm üretme, pratik zeka ve esnek davranma yeteneğini de göstermektedir.
Profesör Murray, aynı zamanda yönettiği gözetim komitesinde yanında çalışan asistanlarının yılgınlığa düştükleri anlarda onları motive etmekten geri durmayan biridir. “Arz etmek ve sanat” kelimelerinde düştükleri çıkmazda, belli bir saygınlıkla işlerini yapmaları noktasında, asistanlarına rol model olması bu yönünü izleyiciye de geçirmektedir.
Profesör Murray’ın fikirlerinin radikal olması ve dindarlığı hiç şüphesiz zor zamanlarında kendisine bir kuvvet vermektedir. Bu durum Mütevelli Heyeti Üyesi Gell’in idareyi ele alma ve işin kapsamını daraltma noktasında öneriler sunmak için kendisini çağırdığı görüşme sonrası Murray’ın:
JAMES MURRAY: Tanrım, bana yardım et. Kayboldum.
diyerek ilahi yardıma başvurmasından da anlaşılmaktadır. Gerçekten ne yapacağını bilemediği bir anda mucize, Dr. Minor’un yardımıyla Milton’un Kayıp Cennet’inden çıktığındaysa inancına olan güveni tazelenmektedir. Bu durumu başka bir dahi olan Lamartine bir şiirinde: “Mucizelerini terennüm edeyim diye, ikinci bir ses verdin bana Tanrım. Duyduğumuz seslerden daha saf, rüzgârlardan, dalgalardan, ormanlardan daha heybetli. İsrail nebilerinin soluğu bu. Ölümlü dünyanın hay-u huyunu musikiye kalbeden deruni ses.” (Meriç, 2005: 213) diye açıklamaktadır. Bu saatten sonra sözlük, Profesör Murray için tutkuyla bağlı olduğu ve hayallerini gerçekleştirmek istediği bir işten öte ilahi bir esin kaynağı, Dr. Minor içinse ‘sanrı ve hayallerinden kurtulmaya bir vesiledir. Bu sebeple sözlüğü tamamlama fikri Murray’ın nerdeyse hayatının anlamı sayılırken, yıllarını buna adamasından da bellidir; Dr. Minor’a da vicdan azaplarından kurtulma ve beyninin uçsuz bucaksız evreninde saklanacak bir alan yaratmıştır. Dr. Minor bir anlamda sözcüklerle kendisini tedavi etmektedir. Bu sebeple bir başka deha olan Dr. Minor gönderdiği kelimelerle Profesör Murray’ın ve ekibinin yükünü azaltmak istediğini söylemekte ve “Ulaşamadığınız kelimeleri benimle paylaşın” diyerek gelecekte yapacağı katkılara da açık kapı bırakmaktadır. Böylece de Profesör Murray ile Dr. Minor’un yıllar sürecek mektup arkadaşlığı başlamakta ve “kâğıt ve mürekkep etleri ve kemikleri” olmaktadır.
Bu kadim dostluk mektuplarla pekişecek ve Profesör Murray’ın A harfinin ciltlenmiş halinden bir nüshayı hediye olarak Dr. Minor’a getirdiği Broadmoor Akıl Hastanesi’nin bahçesindeki karşılaşmalarıyla taçlanacaktır.
Karşılaşma sahnesinde seyirci, kelimelerin büyülü dünyasında ayrı ayrı koşan dahi iki dostun, demirin demiri bilediği gibi birbirlerini keskinleştirmelerine ve sözcüklerin büyülü dünyasında, aklın ışığında gezinmelerine şahit olmaktadır. Akıl insan denen hayvana verilmiş bir Tanrı vergisi veya sıfat değildir. Peşinden koşmamızı ve elde etmek için uğraşmamızı gerektiren bir şeydir. Üstelik yalnızca akıllı ve rasyonel olmakla da insan olduğumuzu düşünemeyiz. Bizi insan yapan, tam olarak insan yapan şey, varlığımızın merkezindeki itkilerimizin, korkularımızın ve arzularımızın oluşturduğu akımdır. Bizi hem insan hem uygar yapan şey, bu akımı ‘akıl gücümüzün yardımıyla ahlaki, yaratıcı ve hayal gücüyle dolu hedeflere varmak üzere dönüştürme çabasıdır (Robins, 2013: 131) ki; böylece iki arkadaş bu buluşmada akıl ve kelimelerle birbirlerine daha bir bağlanmışlardır. Daha Sonra Profesör Murray arkadaşının isminin sözlükte geçmesi için öneride bulunacaktır.
Doktor William Chester Minor
William Chester Minor, Yale Üniversitesi’nde tıp eğitimi almış ve Mayıs 1864’te Wilderness Muharebesi’nde, cerrah yüzbaşı olarak göreve başlamıştır. Askerlerini ameliyat etmenin yanında, asker kaçakları için uygulanan prosedürlerde de işi gereği yer alması nedeniyle her bakımdan zor bir görevi ifa etmektedir. Dr. Minor savaşta hayat kurtaracağını umarken ordu tarafından kaçak askerleri cezalandırma görevini de ifa etmek durumunda kalmıştır. Görevi gereği bir askerin alnına İngilizcede “deserter yani kaçak” anlamına gelen kelimenin baş harfi olan D harfini dağlamak zorunda kalmıştır. Bir savaş doktoru olması hasebiyle insanın kolay olay kaldıramayacağı fiziki ve psikolojik olaylarla karşılaşması, O’nu, bir nevi nevrotik biri yapmıştır. Çok sonraları konan tanı şizofrenidir fakat tüm bu olaylar gerçekleşirken kendisi dahil kimse bunu bilmediğinden fazlaca yıpranmış ve acı çekmiştir. Nihayetinde ordu doktoru askeriyeden çıkarmak durumunda kalmıştır. Askerin silahını tam olarak kullanabilmesi için ahlaki bağlardan kopması gereklidir. Zygmunt Bauman’ın da söylediği gibi kurbanların psikolojik olarak görünmez olmaları gerekir (Robins, 2013: 117).
742 numaralı Broadmoor Akıl Hastanesi sakini Dr. Minor, istemeden öldürdüğü adamın ailesi için vicdan azabı çekebilecek duygusallıkta biridir. Bu vicdan azabını da hapishanede kalmakla telafi edeceğini düşünmektedir ki; bu oradan çıkmak için hiçbir talebinin olmamasından anlaşılmaktadır. Üstelik Amerikan ordusundan gelen maaşının büyük bir kısmının, çocuklarına destek olması için Bayan Merrett’e verilmesini ister. Bir anlamda kendince kefaretini ödemektedir. Dr. Minor ayrıca, ağır yaralanan bir Broadmoor Akıl Hastanesi görevlisinin hayatını kurtarma sorumluluğunu alacak kadar aslında görevine bağlı bir doktordur. Burada tedavi etme şekli ve soğukkanlılığına bakıldığında işinde yetkin olduğu sonucu çıkmaktadır. Tabi bu yaptığı iş kendisine Broadmoor Akıl Hastanesi’ndeki görevlilerin güvenini kazandırmıştır. Doktor olması aynı şekilde Broadmoor Akıl Hastanesi psikiyatri amiri Doktor Richard Brayn’nın da meslektaşına sağduyulu yaklaşmasına sebebiyet vermiş, bazı ayrıcalıklardan yararlanmasını sağlamıştır. Bu ayrıcalıklar kâğıt, kitap, şövale ve daha fazlasına sahip olma hakkıdır. Bu hak aynı zamanda kitap ve yazı işlerinde kendisini özgürleştirmektetir. Oxford Üniversitesi’nin İngiliz dilini kayıt altına aldığı projede özellikle kendisinden yardım istediklerini düşünmekte ve bu işle ilgilenerek kendini iyi edeceğine inanmaktadır. Anlaşıldığı üzere sağlık durumu sözlükle uğraşmasıyla birlikte bir rutine oturmuş gibidir de. Dr. Minor tanımlar toplanırken komiteye, on binden fazla kelime sunmuştur. Ancak komite onu onurlandırmak istediğinde ‘‘hayret verici gerçek’’ ortaya çıkacaktır.
Sanatsal bir yönü de vardır ki bu da yaptığı resimlerden anlaşılmaktadır. Ruhen hassas bir insan olan Doktor Minor, ciddi vicdan azapları yaşamakta ve sanrılar görmektedir. Deha ile vicdanın birleşmesi Dr. Minor’u çok daha hassas, saplantılı ve kendini affetmeyen biri yapmıştır. Dr. Minor için yolunu gerçekten nerede kaybettiğinin asla anlaşılamadığı bir karakter denilebilir. Bir anlamda koca dünyada yapayalnız olan Dr. Minor, artık hastanede yalnızlığını yaşayan; dehasıyla, bilgisiyle, kültürüyle ve ıstıraplarıyla da yalnız olan bir insandır. Öldürdüğü adamın eşinin kendisine aşık olması onun kriterlerine göre affedilmezdir. Bu sebeple de kendine zarar vermenin ve acı çektirmenin bütün yollarına kendi izni ve eliyle bütün kapıları açar.
Dr. Minor ile Eliza Merrett’in Yollarının Birleşmesi
Dr. Minor her zamanki hezeyanlarıyla yaşamakta, kitaptan çıkan bir şeyin burnuna girdiğini söylemekte ve garip tavırlar sergilemektedir. Fakat aynı zamanda Noel olduğunu ve öldürdüğü adamın eşinin ve çocuklarının zor durumda olabileceğini gözetebilecek bir hassasiyete de sahiptir. Daha önce mektup yazarak yardım etmek istediği lakin ret cevabı aldığı aileye, bir kez daha yardım edilmesi için ricada bulunur görevli Muncıe’den. O sırada yoksulluğun dibine vuran aile gerçekten yardıma muhtaçtır fakat Eliza Merrett, yardımı alma hususunda Muncıe’ye, eşini vuran adamı görmek istediğini ve gözünün içine bakıp bakamayacağına göre karar vereceğini söyler. Böylece Dr. Minor ve Eliza Merrett Broadmoor Akıl Hastanesi’nde bir araya gelirler. Dr. Minor elleri kelepçeli bir vaziyette bir görevlinin arkasında saklanmaktadır. Çekingendir ve mütemadiyen yere bakmaktadır. Eliza Merrett görevlilerin dışarıya çıkmasını rica eder, Bu esnada Dr. Minor, mahcup ve kırılgan bir bakışla kaçamaklı bir şekilde bakar kadına. Broadmoor Akıl Hastanesi psikiyatri amiri Doktor Richard Brayn, Dr. Minor ve Eliza Merrett vardır sadece odada. Dr. Minor belli belirsiz bir teşekkür eder. Eliza Merrett her haliyle kızgın ve sinirlidir.
ELIZA MERRETT: Mektup, olanları affettirmiyor,
der ve bir hışımla odayı terk eder. Her nedense belli bir zaman sonra tekrar gelir, Dr. Minor’a bir kitap getirmiştir. Büyük Umutlar. Bu vesileyle de çocukları aç olmadığı için teşekkür eder ve artık para almak istemediğini söyler. Bu bir anlamda insaflı bir tarafı olduğunu da göstermektedir. Sıklaşan ziyaretlerinden birinde seyirci, Eliza’nın okuma-yazma bilmediğini öğrenir. Dr. Minor Eliza’ya okumayı öğretmek istediğini söyler böylece Eliza da okumayı çocuklarına da öğretebilecektir. Bir alışkanlığa sahip olmak dünyaya dair bir bakış açısı edinmektir (Svendsen, 2017: 63) ki; okuma alışkanlığı, başlıbaşına bir bakış açısı kazandırmaktadır. Bu aynı zamanda özgürlüktür:
WILLIAM CHESTER MINOR: Kitapların sırtında uçup, kelimelerin kanatlarıyla dünyanın diğer ucuna kadar gidebiliyorum.
diye de anlatır bu özgürlüğü. Okuduğu zaman kendisini kimse kovalamıyordur. Dr. Minor bu ziyaretlerle birlikte kendisini takip eden karanlık yüz resimlerini, kendi yaptığı, Eliza Merrett’in yüzünün olduğu bir tablo ile değiştirmiştir. Yavaş yavaş bir güven kurulmaktadır aralarında. Bonhoeffer, güvenin daima bir “sıçrama” ya da deyim yerindeyse bir iman hareketi barındırdığını fark ettiğini söyler. Bununla birlikte, savunduğu şey, arka planında daima güvensizlik yatan yansıtılmış bir güvendir. Öyleyse güven hep bir riskle bağlantılıdır, bu risk ister algılansın ister algılanmasın durum her zaman böyledir (Svendsen, 2017: 131)
Hayat çok tuhaftır, akıl hastanesindeyken Dr. Minor’u en çok ziyaret eden ve aklını beslemesi için ona sürekli kitaplar getiren kişi dul bıraktığı Eliza Merrett olmuştur. Fakat kendisi için imkânsız olan da O’dur. Bu sebeple Profesör Murray’la konuşurken benim arkadaşım diye bahseder Eliza’dan. Bu arada psikiyatri amiri Doktor Richard Brayn ziyaretlerinden birinde Eliza’ya dışarıdan gelen insanların, duvarların dışındaki dünyanın Dr. Minor’un iyileşmesini hızlandıracağını söyler. ‘‘Herkes için bir umut olmalıdır en yitik ruhlar için bile’’ diye de ekler. Belki de bu sebeple ziyaretlerin birinde Eliza çocuklarını da getirir. Fakat beklenmeyen bir durum çıkar ortaya, Eliza’nın kızı Clare, tanışma esnasında Dr. Minor’a vurur ve kaçar.
Bu beklenmedik durum Dr. Minor ve Eliza’yı sarsar. Olanların yaşanmasına üzgün olan Eliza hayatını güvende hissederek yaşadığını ve bir gün her şeyin tersyüz olduğunu, buna sebebiyet veren kişiden nefret ettiğini fakat gelinen noktada o kişinin de aynı şeyi yaşadığını fark ettiğini söyler. Artık nefret yerine sizin sayenizde yapabiliyorum, üstesinden gelebiliyorum der. Bu duygusal atmosfer Dr. Minor’un zaten bozuk olan psikolojisini daha bir yıpratır. Yeniden sanrılar görmeye ve pişmanlıklar yaşamaya başlar. Eliza, farklı bir zamanda görevli Muncıe’nin kendisini hastaneye almasıyla, Dr. Minor’la tekrar buluşur; bu buluşmada çok duygusal bir hava vardır. Eliza bir not sıkıştırır Dr. Minor’un eline ve kendisi gittiğinde okumasını ister. Notta “eğer aşksa….o halde nedir?” diye yazmaktadır. Bu son yaşanılanlar Dr. Minor’a çok ağır gelir, kelimenin tam anlamıyla yerle yeksan olur. Eliza Merrett’in eşini, ikinci defa öldürdüğünü -bu kez Eliza’nın kalbinde öldürmüştür- düşünür. Jung, bilinçdışının imgeleri, bir insana büyük sorumluluklar yükler. Onları anlamayı başaramamak ya da ahlaksal sorumluluktan kaçmak, insanı bütünleşmeden yoksun bırakır ve yaşamında acı verici bölünmelere yol açar (Jung, 2015: 230) derken bilincin başa çıkamadığı ve bilinçaltına gizlediği bu gibi durumların tahribatına dikkat çekmektedir.
Aşkın sakınılmazlığı ve zamansızlığına Dr. Minor hata anlamı yükler. İnsanın, anlam atfetmesiyle ilgili olarak Santre’a şuna inanır. Bizzat kendimiz yaşamımızda bizi çevreleyen her şeye hangi anlamı atfedeceğimize ve onların bizi nasıl etkileyeceğine karar veririz (Svendsen, 2017: 62). Zira aşkın sakınılmazlığı ve zamansızlığı Dr. Minor’a göre tarifsiz ve telafisiz yeni bir kefareti zorunlu kılmıştır. Kendini kirlenmiş hisseden ve umut etme hatasında bulunan Dr. Minor, kan dökerek aşkını ve arkadaşlığını temizleyeme çalışır. Kendine zarar verdiğinin farkındadır fakat günahlarının bedelini ödeme isteği kendini durdurmasını engeller. Artık bilgelik, yaralı bu ruhta bir işe yaramamaktadır. Freud bu sebepten hislerimizin inançlarımızın ve içgüdüsel arzularımızın ve duygularımızın bilinçaltında gömülü olduğunu ve bu nedenle bilince kapalı olduğunu iddia etmektedir (Kleınman, 2016: 31).
Dr. Minor, dönüşü olmayan ilkel bir cezalandırma yöntemi olan iğdiş etme yoluyla vicdanının öfkesini söndürür. “Öfke bazen için için kükrer, Pascal’ın Bir Taşralıya Mektuplarında olduğu gibi. Bazen, ter ter tepinir, Voltaire’de olduğu gibi” (Meriç, 2005: 125) bazen de kendi canına okur, kendi eliyle Dr. Minor gibi.
Bu nedenle, kötülük sorunsalının bugünkü durumuna yanıt arayan bir bireyin her şeyden önce “kendini” yani bütünlüğünü olabildiğince iyi tanıması gereklidir. Kendine hiç acımaksızın ne kadar iyilik yapabileceğini, hangi suçları işleyecek kapasitesi olduğunu anlamaya çalışmalı ve ikisinden birine gerçek, öbürüne de hayal gözüyle bakmamalıdır. Her ikisi de doğasında olan öğelerdir ve kendini aldatmayı ya da hayal içinde yaşamını sürdürmeyi istemiyorsa ki istememelidir, her ikisi de su yüzüne çıkmaya mahkûmdur. (Jung, 2015: 383). Kötülüğün en uç boyutu insanın kendi eliyle kendine yaptıklarıdır ve onu ürkütücü kılansa kişinin, çoğu zaman kendine yaptıklarının farkında olmamasıdır.
Tarihsel ve kültürel olarak iğdiş etme
İğdiş etme kültü veya kültürü çok eski tarihlere dayanmaktadır. Özellikle Antik Mısır ve Yunan da bu tarz hikâye ve mitlere sıkça rastlanmaktadır. Mısır’a ait bir mit, Yeryüzü (Geb) ve göğün (Nut) ayrılmalarını iğdiş edilmeye bağlamaktadır. Bu mitte yer alan temel hikâyede, farklılıkların altı çizilmektedir (Kershaw, 2018: 66). Zira farklılığı Yunan mitolojisi şöyle hikâyeleştirir. Gaia, Cronus’un pençeye benzeyen güçlü elleri için demiri yarattı. Yerden biten bu demiri çakıl taşıyla biledi, bir orak haline getirdi ve Cronus’a verdi. “Bununla babanı hadım edeceksin!” dedi. Cronus orağı aldı ve gece olduğunda uykuya çekilen babasının üzerine atılarak onu hadım etti. Böylece gökyüzü sonsuza dek yeryüzünden ayrılmış oldu.[3]
Genelde bu mitlerin sonucunda yeryüzünün şekillenmesine sebebiyet veren ve tabiata bağlanan bir yön bulunmaktadır. Nitekim Kibele-Attis Mitinde Tanrıça, Attis (Agdistis) adında bir delikanlıya tutkundur. Onu, Pessinus kralının (kimi kaynaklarda kral Midas’ın) kızıyla evlenmek üzereyken düğün yerinde birden karşısına dikilerek çıldırtır ve kendi kendini hadım etmesini sağlar. Attis kendini keser ve akan kanla toprağı sular; böylece bitkilerin fışkırmasına sebebiyet verecek ve bir çam ağacına dönüşecektir. Attis efsanesinin simgelemesine göre akan kan ve yitirilen erkeklik gücü, daha evrensel bir nitelik kazanarak bereket ve canlılığın daha geniş bir alana bütün doğaya geçmesini sağlamaktadır. Attis’in kendini hadım etmesi, ilk bakışta Attis’in ölüm içgüdüsünden hareketle kendindeki etkin eril nitelikleri edilgin hale getirmesi olarak yorumlanabilir. Aksine Attis kendini hadım ettiğinde bir kanama başlar ve bu kan toprağa dökülmek suretiyle topraktan yeniden doğar. Ana Tanrıça kültünde görülen kendi kendini hadım etme ritüeli, sembolik açıdan, kişideki başlıca eril nitelikler olan irade, kudret ve aklın, başlıca dişil nitelikler olan anlayış (hikmet), uyum (kosmos) ve sezgiye teslim edilmesi olarak da yorumlanır.[4]
Kutsal kitaplar, efsanevi ve mitolojik anlatımlar, insan doğasındaki karmaşık yapıyı, duyguları ve derinliği anlatmak ve ortaya koymak adına önemli kaynaklardır. İnsanın yaşadığı ve iç dünyasında olan her şeyi ilk insanla beraber ele alan yapıtlardır. Nitekim ilk insanın duyduğu kargı ve korkuları, her çağdaki insanlar duymuşlardır. Bundan ötürüdür ki duyguların nesli tükenmez. Fakat bazı ruhlar, duyguları çok daha derinden hisseder. Keza korku, kaygı, pişmanlık, vicdan azabı ve mesuliyet gibi negatif duygular, hayata melankolik bakan bir ruh halini de çağrıştırır. Saturnus’un semavi Tanrı veya mazlum köylü olarak temsil edilmesi, klasik ve geç antikitede “kaygı” fenomenine karşı ikircikli tavrın tipik bir örneğidir (Kearney, 2012: 210) adeta.
Bir duygu biçimi olarak melankoli, Hz. Âdem yeryüzüne düştüğünde, dağlar bayırlar arasında umutsuz bir şekilde gezinirken de vardı ve diğer pek çok duygunun yanında yer almaktaydı. Batı Hıristiyanlığı da Saturnus’un ikili okumalarını devralacak, mahut muğlaklığı iyice pekiştirecektir. Burada melankolinin en iyi ihtimalle münzevinin düşüncelere dalıp bağlarını koparmasıyla (mağarasında dua eden Aziz Hieronymus), en kötü ihtimalle de yeise, miskinliğe ve ümitsizliğe yönelik günahkârca bir eğilimle (Orta çağ’ın acedia günahıyla) ilişkilendirilebileceği şeklinde görülmesidir. Her iki durumda da zamanın manevi alegorik temsilleri insanın karşısına çıkar. Bu temsillerde insan, faniliği kibrin panzehiri kabul ettiğinde kurtuluşa, marazi ümitsizliğin tahribatına boyun eğdiğindeyse lanetlenmeye uğrar (Kearney, 2012: 210). Buradan hareketle Klibansky, melankolik dehaya doğru bu dönüşü isabetli bir biçimde açıklar. Ona göre melankolik insan: kendi rızasıyla, o yüce spekülasyon yıldızının özel alanını oluşturan faaliyetle, gezegenin bedenin olağan işlevlerini akamete uğratıp zedelediği gibi aynı zamanda yücelttiği faaliyete, yani yaratıcı düşünceyle uyumlu hale getirmelidir kendisini… (Kearney, 2012: 213). Dr. Minor da bir anlamda kendisini uyumlu hale getirmeye çalışmaktadır.
İnsanın kendisi için savaşan sevenleri ve dostları olmalı
Dr. Minor, arkadaşlığı ve sözcük avcılığı sayesinde bir anda olsa güvendiği zihninden tamamen vazgeçer ve bunu Profesör Murray’a yazarak bildirir. Resmini yaptığı Eliza’nın tablosunu da mektupla birlikte göndermiştir ki, bir anlamda bu beni kurt demenin tek ve son yolu gibidir de. Tabi Profesör Murray hemen arkadaşını görmeye gider. Dr. Minor:
WILLIAM CHESTER MINOR: Geldin, geleceğini biliyordum. Senin şu Tanrın çok talepkâr.
sözleriyle arkadaşının gelmesini beklediğini belli eder. Dostuna bir kurban verilmesi gerekiyordu kefalet için diyerek, yaşadıklarını anlatır. Eliza’nın notunu vererek daha sonra okumasını ister. Assythment, Austin 1832’den bir alıntı kullanır, arkadaşı gördüklerinin şaşkınlığıyla hatırlayamaz kelimenin anlamını. Bu Dr. Minor’u kızdırır. İşkence görenlerin ne kadar haykırma hakkı varsa daima ıstırap içinde olanlarında o kadar ifade hakkı vardır (Adorno, 2019: 328). Haykıran Dr. Minor da artık ‘‘deliyi’’ hezeyanlarıyla baş başa bırakmasını ister. Profesör Murray, arkadaşını görmeye geldiğini söyleyerek buna karşı çıkar. Profesör Murray’a kendisinin katil olduğunu, söylediği gibi arkadaşıysa şayet gitmesini, bu tek isteğe saygı duymasını ve bir daha gelmemesini ister. Bu ziyaretten sonra Dr. Minor’a başka da ziyaretçi kabul edilmez. Eliza Merrett, bu süreçte defaten Dr. Minor’u görmek için hastaneye gitmesine rağmen içeri girmeye muvaffak olamaz.
Broadmoor Akıl Hastanesi’nin Oxford İngilizce Sözlüğün hazırlanmasında kuşkusuz çok önemli bir etkisi vardır. Öncelikle Dr. Minor’a çalışabileceği bir yer verilmesinin sağlanması ve orada kısmi bir özgürlük tanınması ehemmiyetli bir değer taşımaktadır. Keza mektuplar için istenen dolapların yapılması, çok sayıda kitap, tonlarca mektup ve zarf sağlanması ve yazılan mektupların postalanması gibi işlemler hiç de kolay olmayan azımsanmayacak bir uğraştır. Fakat Dr. Minor burada aklen ve ruhen ne kadar özgürse fiziki şartlar bakımından bir o kadar hapistir. Hatta hastalığı yeni bir evreye girdiğinde Orta çağdan gelen işkence mantığıyla yapılan tedaviler, Dr. Minor’a ciddi zararlar verir. Psikiyatri amiri Doktor Richard Brayn’ın çağın tıp bilgisi ve teknik imkânlarıyla teşhis koyma çalışmaları hastayı daha kötü yapmaktan öteye geçemez. Hakikaten ağır bir tedavi etme şeklidir. Eğer bir iyileştirme şekli, iyileştireceği kişiyi alçaltıyorsa hastayı yükseklere taşıma ve şifa verme olasılığından söz edilebilir mi? Sorusu ciddi şekilde akılları meşgul eder.
Gazetecinin birinin tedavi esnasında çekilen fotoğrafları Profesör Murray’a getirmesiyle Profesör, Muncıe’nin yardımıyla tekrar arkadaşının yanına girmeyi başarır. Dr. Minor, katalepsi[5] halindedir. Ne konuşabiliyordur ne de hissedebiliyordur artık. İzleyiciye insanın kendinden ve akıl dengesinden uzak oluşu, ruhsuz bir bedenin nasıl bir vaziyet alacağı trajik bir şekilde gösterilmektedir. Bundan sonra Profesör Murray’ın, kendisine güvenen arkadaşı için çabaları izlenir. İnsan belirli duyguları sonradan kazanmaz, başlangıçta olmayan bir öz nitelik, insan doğasına sonradan girmez. Güven de böyledir. Güvenin yüzde 10’u, yüzde 90’ı olmaz. Bir insana ya güvenirsiniz ya da güvenmezsiniz. Profesör arkadaşına güvenmiştir. Yaklaşık 400 yıllık alıntılamasını kullandığı, sözlüğe isminin verilmesini sağladığı arkadaşının hayatı için sözlüğe verdiği çabanın kat kat fazlasını verir. Hatta bu uğurda yıllarını verdiği, ailesine ayırması gereken zamanlarını sözcüklere adadığı, her şeyin tarihini yazarak insanlığa, Tanrı’nın yarattıklarına anlam verme işi olan sözlüğün yapım projesinden bile istifa eder.
Bu süreçte Eliza Merrett ile tanışan Profesör Murray, onunla birlikte tekrar arkadaşını görmeye gider. Tedavilerin çare olamadığı ve Tanrıyla baş başa kalan insanın kendi kendine en ağır cezayı kestiği, kendine zulmettiği karanlıklarda, başka bir insanın araya girmesiyle yumuşayan ve insandan tecelli eden rahmetin, sevginin ve bağışlamanın iyileştirici etkisi Dr. Minor’u kendine getirir.
Bu esnada Profesör Murray’ın nüfuzlu bir arkadaşının yardımıyla Dr. Minor’un duruşmasının tekrar yapılasını sağlamaya çalışırken, sistemin birkaç açığını görünür kılması seyircinin gözünden kaçmaz; politikacılar halkın öfkesini karşılarına almamaktadırlar ve eğer yeterince para varsa her şey satın alınabilmektedir. Bu sahnede geçen ‘‘Adalet kaç para eder? Merhamet kaç para eder? Sorusuna; ilk sorunuz için pahalıdır, ikincisiyse ucuz ama rağbet görmez’’ cevabı, ciltler dolusu açıklamayı özetler gibidir. “Jung’un anlamsızlığın, yaşamı dolu dolu yaşamayı engellediği için bir hastalıktan farkı yoktur. Birçok şeyi, hatta belki de her şeyi dayanılır bir hale dönüştüren anlamdır” (Jung, 2015: 393) sözlerinden yola çıkıldığında sistemin tam da işlemesi gereken yerde anlamsızlaşması, Profesör Murray’ı farklı yollar denemeye iter. Her hayatın bir şansı hak ettiğini düşünen Profesör, tahliyesi reddedileceği bilgisine ulaştığı dostu için şanstan fazlasını yaparak İngiltere Başbakanı Churchill’i ikna edip arkadaşını özgürlüğüne kavuşturur. Başbakan sözlüğün de yardımıyla ‘‘istenmeyen bu göçmeni sınır dışı’’ eder. Burada bir işi ehline vermenin ve herkesin görevini layıkıyla yerine getirmesinin ne kadar önemli olduğu ve bütünü tamamladığı gerçeği farkındalık düzeyine çıkar. Ve insan, hazırlanmasına katkı sunduğu ya da parçası olduğu güzel bir şeyin yararlarının, neye/nerelere sirayet edeceğini hiç bilemez.
Dahilik ve deliliğin ince çizgisi
Deha tek bir kelimeyle anlatılacak olsa o sözcük sevgi olur. Çünkü dâhi bütün varlıkları anlamak için, bütün varlıkları sevmelidir. İlimde bile, hakikati bulmanın ilk şartı, kendini bir düşünceye bağlamak, bir meseleye vermektir. Sevmeden olur mu bu? Dâhi başkasının içine giren, başkasını veya başkalarını duyan, yaşayan, yani yaratan adamdır. “Deha bazen bütün melekelerin harikulade güçlü, harikulade ahenkli bir gelişmesidir, bazen tek bir melekenin alabildiğine derinleşmesi, büyümesi, bazen de oldukça gelişmiş melekeler arasında tam bir ahenktir” (Meriç, 2005: 214).
Aynı zamanda hayrettir deha, neredeyse dehşet anlamına gelen hayret, birini avucuna alan yürekten bir hisle şaşkına uğrama ve heyecan… korku değildir. Daha ziyade bu yetinin gücünü hissettirmek amacıyla zihnin dinginliği ile bu görüntünün uyandırdığı hareketi uyumlaştırmak için hayal gücü yoluyla ona nüfuz etme girişimidir (Svendsen, 2017: 108) Bu nedenle dehalar, diğer insanların kanıksadığı şeylere bile hayretle bakarlar.
Dehayı yetenekten ayırmak gerekir. Kabiliyet ve deha arasında fersah fersah yol, hatta yollar vardır. Öyle ki kabiliyet kaderine razı olmalı ve yüreğiyle ruhunu dehanın iradesine teslim etmelidir. Schopenhauer de kabiliyet ile dehayı ayıranlardandır. O’na göre kabiliyet, belli bir hedefe başkalarından daha ustaca ok atmaktır ki; deha, oklarını, başkalarının bakışlarıyla dahi ulaşamayacağı bir hedefe saplar. Taine, dehayı girift bir varlık olarak vasıflandırır. Önce sanatçının mizacı, üslubu, yapıcılığı, sonra çevre gelir. Tabiat, insiyak, deha, mizaç, sinir sistemi, beyin veya kan… Bu esrarlı varlığa ne ad verirseniz verin, her büyük eserin ilk kaynağı O’(Meriç, 2005: 214) dur.
Bu bağlamda O veya O’nlar tarihe yön veren şahsiyetlerdir. İddiasız görünümlerinin altındaki nezaket, deha, disiplin ve kadirşinaslık, ilk anda insanı sarmasa da, zamanla etkisi altına alırlar. Yaptıklarını, duygu ve düşüncelerini kavrayanlar daha bir büyülenirler. Zira tüm sıradanlıklarının altında bir dev barındırdıklarını fark ederler. Ve o dev dehasını ve parıltılarını doğal görünümünün arkasına saklar. Ancak derinliklerine daldıkça, kuytu köşelerine indikçe; hassas, kırılgan ve duygusal yönlerine vakıf olunur. Adeta nezaketiyle dövüşürler. Bu insanların hem dışa dönük hem de içe dönük düalist bir yaşamları vardır. Tanıdıkça zayıflık olarak addedilen yönleri bile bir bakıma anlam kazanır. Delilikleri, dâhilik olur.
“Keza Seneca “Her dâhi bir parça delidir” derken Guyau da “Perili ruhlar var”, eski konaklar gibi sözleriyle bunu kastederler. Bazı hekimlere göre bir sanrıdır deha, bazılarına göre bir nevrozdur. Max Nordau, Beethoven’den Tolstoy’a, Verlaine’den Rimbaud’ya kadar geçen asrın bütün büyük şöhretlerini tereddi ile damgalar. Bu cüceler asrı, ne dehaya ne de fazilete inanıyordur. “Deha bir sümük meselesidir” Leon Paul Fargue’a göre, “sanat da bir virgül meselesi”dir. Aragon içinse, “dâhi’nin özelliği, öldükten yirmi yıl sonra salaklara düşünceler ilham etmesidir.” Dâhi münzevi bir yıldız; anasız doğan çocuk, anasız doğan ve zürriyetsiz ölendir. Zirveden zirveye akseden şarkıdır” (Meriç, 2005: 215).
Dehanın şüphesiz en büyük özelliklerinden biri de adanmışlıktır. Bu sebeple yaptıkları işe büyük bir tutku derin bir kavrayışla sarılırlar. Bu büyük şahsiyetler bir işle birleşince öyle bir sinerji yaratırlar ki ürettikleri enerji ve tutku çağları aşar. Onların tutkuları, yaptıkları işten vazgeçmemelerine, zekâları da tarihi aşan eserler çıkarmalarına neden olur. Normal insanların bu olayı algılamaları nice zaman sonra ya gerçekleşir ya gerçekleşmez.
“İdealin konuştuğu yerde vicdan susar. Sokaktaki insanın tek vazifesi vardır: neslini devam ettirmek. Tabiatı icabı muhafazakârdır, itaatkârdır, hürmetkârdır. Ayırıcı vasfı törelere boyun eğmektir; bundan gocunmaz da. Yığın büyük adama kanunu çiğnemek hakkını tanımaz. Suçlunun kellesini keser; böyle yaparken de mizacına uygun davranmış olur. Ama bir nesil sonra aynı kalabalık kellesini kestiği adamı azizleştirir. Yığın hale hükmeder, büyük adam istikbal’e” (Meriç, 2005: 195).
Bütün dehalar aynı zamanda efsunlu bir melankoli taşırlar. Bu sebeple edebiyat, resim ve müzik gibi sanatlar dehaların bir şeylere tutunmalarında önemli rol oynar. Melankolik deha, kahramanca bir vazgeçiş edimiyle yüksek düzeyde bir öz farkındalık edinir. Yaratıcı zihin kaygıyla boğuşmak yerine onun çağrısını kabul ettiğinde, melankolik insan yaratıcı bir deliliğe sürüklenebilir. Rönesans’a ve romantik moderniteye göre, bu manik yükselişin aşırılıklarını budayıp “kasvetli sarhoşluğun” aşırılıklarına kayıp gitmesini engellemek üzere biçim ve ölçü temin etmek için sanat vardır (Kearney, 2012: 213).
Bu noktada ilhamın da etkisinden bahsedilir. İlahi bir kaynaktan beslenen bu ruhlar için tabiatüstü bir durumdan bahsetmek çok da absürt kaçmaz.
Genç Hugo, münzevi bir dinleyici olduğunu söyler. “Esrarlı bir ses yükselir içimden, dışımdan esrarlı bir ses gelir. Kimin sesi bu, ne söyler bilmem.” der. Şairin duyduğu bu ses ilhamın sesidir; ilhamın, yani dehanın. Bu ilahî güç zaman zaman bir insanda tecelli eder. “Shakespeare” yazarı için ilham, meçhul bir varlığın esrarlı fısıltısı değildir, artık. Dâhinin tabiatüstü yardımcıları yoktur. Tek yardımcısı: beynidir. Sokrates’in Demon’u, Musa’nın yanan çalısı, Numa’nın perisi… birer remizdir. Yunancada dâhi ile şairin kökleri bir, ikisi de yaratıcı demektir. Eflatun’a göre deha ilahî bir cezbedir. Kant için, “sanata kaideler sunan bir melekedir.” Bu sebeple Hegel “Gerçek sanat ne öğrenilir, ne aktarılır”, der (Meriç, 2005: 213).
Ve travmanın götürdükleri
Travma sözcüğü, Antik Yunan’da tıbbi yara manasına gelmektedir. ‘Travmatik olay’ terimi ile tıpkı vücudu yaralayan, onda değişikliğe sebebiyet veren bir hastalık ya da cerrahi müdahale gibi kişinin ruh sağlığını yaralayan, onda değişikliğe yol açan bir olay kastedilmektedir. Travmatik olayların ruh sağlığı üzerinde yarattığı psikiyatrik sorunlardan biri de travma sonrası stres bozukluğu (TSSB)’dur (Nalbantçılar, 2018: 20).
Yüzyıllar boyunca travmatik olayların insan üzerindeki etkileri ‘histeri’, ‘nevrasteni’, ‘savaş nevrozu’ gibi farklı adlarla isimlendirilmiştir.
Travmatik yaşantılar söz konusu olduğunda, kişi kendine de bir başkasına da zarar verebilmektedir. Ancak ekseriyetle kendine zarar veren kişilerin daha fazla travmatik yaşantı geçmişine sahip olduğu görülmektedir. Kişilik özelliklerine göre bu kişilerin özdenetim ve dışadönüklük boyutunun düşük olduğu ve daha fazla nevrotik eğilim gösterdikleri bilinmektedir. Kendine zarar veren kişiler “davranışsal uzaklaşma” gibi kaçınmacı ve işlevsel olmayan tutumları daha fazla sergilemektedirler (akt: Aytun, 2019: 18). Bu durum için Sigmund Freud, savunma mekanizmalarının endişeyle başa çıkmak adına devreye girdiğini ve bu savunma sisteminin ego’yu gerçeğe, id’e ve süperego’ya karşı koruduğunu söylemektedir. (Kleınman, 2016: 31)
Kendine Zarar Verme Davranışı (KZVD)’nın yazılı kaynaklarda görülme tarihi son derece eskiye dayanmaktadır. Tarih boyunca kültürel ve dini gerekçelerle çeşitli şekillerde kendine zarar verme davranışları vuku bulmuştur. Herodot, “Tarihin Altıncı Cildi” adlı kitabında “kendini dilim dilim kesen bir kişi” den bahseder. İncil’de cinlerin etkisi altında olduğu için kendini taşla kesen bir insandan söz edilir. Kral Oedipus’un babasını öldürüp annesi ile evlendiğini öğrendiğinde, suçluluk ve günahkârlık duyguları ile gözlerini çıkarıp Tebai kentini terk ettiği Yunan mitolojisinde yer almıştır. Norveç mitolojisindeyse Oidin, sularında bilgelik ve zekâ taşıyan Mirmir Irmağının suyundan içebilmek için gözlerinden birini vermiştir. Tarih buna benzer kendine zarar verme davranışlarıyla doludur (akt: Aytun, 2019: 22).
Jung, her insanın yaşamdaki gayesinin bireyin ‘gerçek öz’üne ulaşabilmesi için bilinciyle bilinçaltını tamamıyla bütünlemesinin gerektiğinden bahsetmekte ve buna bireyleşme adını vermektedir (Kleınman, 2016: 162). Birey olma kendini özünü bulma bağlamında sağlam bir hafızaya sahip olmanın önemi gün yüzüne çıkmaktadır. Hatıraları depolayan bellekte bir sızıntı olması ya da çökmesi halinde zaten bir bireyden bahsetmek mümkün olmamaktadır.
Bellek kişinin zihinsel işlevlerini yerine getirebilmesinde anıları, bilgiyi, her çeşit yaşantı ve deneyimi kaydeden ve istendiğinde ortaya çıkaran insan zihninin sınırsız deposudur. Belleksiz kişinin hayatını sürdürmesi hemen hemen olanaksızdır, düşünsel faaliyetlerin yanında gündelik işleri, temel yaşamsal gereksinimleri bile gerçekleştirebilmek için belleğin doğru çalışması gerekir. Bilgin’e göre, bellek, insanın bilincinde yer eden şeyleri saklama ve hatırlama kabiliyetidir. İnsan bu sayede birikim sağlar ve gelişir. Belleğin bilgiyi, yaşanmışlıkları, anıları, tecrübeleri saklama ve çağırma işlevini yerine getirmesinde unutma ve hatırlama görevleri bir arada gerçekleşir. Belleğin en temel ve basit ansiklopedik anlamı ise şöyledir: Bellek, hafıza olarak da bilinir, kişinin geçmiş tecrübe ve bilgileri zihinde tutma ve anımsama yetisidir (akt:Sönmez, 2012: 23).
Anımsama yetisi beraberinde bir kültür birikimi getirmektedir. İnsan günlük hayatında kültürünün ona sunduğu normların dışında davranışlarda bulunduğunda da bunun kişiliği üzerinde dramatik etkileri olabilmektedir. (Kleınman, 2016: 271)
Freud’un psikanalitik yaklaşımında, bilinçaltındaki olaylar, tecrübeler, travmatik yaşantılar hastalık belirtisi olarak değerlendirilir ve hatırlamak sağaltıcı bir yöntem olarak kullanılır, farklı hastalıklara kaynaklık eden travmatik yaşanmışlık meydana çıkarılarak, tedavi sağlanır. Bilinçaltı ve anılarla ilgili yaptığı saptamada Freud, “yüzeyde hatıra izi olmasa da bu yüzeyin altında silinmeyecek şekilde depolanmış derin hatıra katmanları olduğuna işaret etmek için yazboz tahtası metaforunu” kullanır. Bilinçaltı, kötü anıların gizlenmesi, bir başka ifade ile travmatik yaşantıların saklanması gibi hatırlama ve unutma sürecinde önemli bir işleve sahiptir. Bellekteki istenmeyen, rahatsız edici olaylar ve yaşantılar kişinin bilinçaltına atılmaktadır (Sönmez, 2012: 28).
Ruh, her ne zaman tanrısal bir tecrübenin sarsıntılarına hedef olsa, insanda bireyin ucunda asılı olduğu ipin kopma tehlikesi baş gösterir. Bu durum olduğunda bazı insanlar tam bir onaylamaya, bazıları da tam bir yadsımaya sürüklenirler. Nirvana, karşıtlardan kurtulma der buna Uzakdoğulular. Zihnin sarkacı doğru ile yanlış arasında değil, mantıklı ve saçma arasında gidip gelir. Numinous, insanı uçlara yönelmeye yüreklendirdiği için tehlikelidir ve bunun sonucunda, insan sıradan bir gerçeği, basit bir hatayı, ölümcül bir hata olarak algılanmaya başlar. Tout passe[6], dünün gerçeği bugünün aldatmacası ve bugünün yanlış değerlendirmesi yarının açıklaması olabilir. Doğruyu söylemek gerekirse, özellikle çok az bilgimizin olduğu psikolojik konularda bu böyledir. Küçük (öylesine geçici) bilincimizin farkına varabildiği şeylerin dışında hiçbir şeyin varlığından haberimizin olmamasının ne anlama geldiğini kavrayabilmekten henüz çok uzağız (Jung, 2015: 187).
Filmde kadın temsili
Tarihe bakıldığında kadınların her dönemde çeşitli şekillerde kısıtlamalara maruz kaldığını görülmektedir. Tarihsel süreçte kadın; sözde ailenin ve toplumun en önemli değeri olmakla birlikte uygulamalarda bir o kadar görünmemekte ve yok sayılmaktadır. Bu tutum pekâlâ sinematik anlatımlarda da görülmektedir.
Kadınların dünya üzerine yansıması yalnızca onların erkeklerin dünyasındaki yerleri itibariyle olmaktadır. Bu erkek-egemen tabloyu yıkabilmek de en önce kabul gören kalıpların yıkılmasıyla başlamaktadır. Kadın, sosyal hayatta ve bunun yansıması olan sinemada kendisine biçilen rollerde önemli sorunlarla karşı karşıyadır. Sürekli çaba ve emek isteyen bu süreç günümüzde bile istenilen seviyede değilken 19. yüzyılda ağır aksak ilerliyor oluşu bir anlamda çok da göze batmamaktadır.
Kadınlar hayatı belirli kalıplara göre yaşamak zorunda oluşlarına ek olarak; bu kalıpların kendileriyle çok az ortak noktası olan erkekler tarafından kurgulanmasına karşı da mücadele etme durumunda kalmaktadırlar. Erkek bakış açısından kadınlara değer biçilmesi çoğu kadında kimlik bunalımına yol açabilecek denli problemlere yol açabilmektedir.
Bu sebepten olsa gerek erkek egemen ve olağanüstü zeki ve tutkulu erkek karakterlerin yanına güçlü kadın karakterler yerleştirilmiştir filmde. Fakat yine değişen çok fazla bir fark olmamakta kadınlar, yaşadığı aile ortamında bir yandan eşinin bütün ihtiyaçlarına, istek ve arzularına cevap vermek suretiyle “iyi bir eş”, diğer yandan da çocuklarının giyim-kuşam, beslenme ve eğitim ile ilgili üzerine düşeni yerine getirmek, çocuklarına âzamî sevgi, ilgi ve şefkat göstermek suretiyle “iyi bir anne” olmak durumunda kalmaktadırlar. Fakat filmde bunu severek ve isteyerek yapmaları ve kendi hayatlarından memnun olmaları özgür iradelerini kullandıkları izlenimini doğurmaktadır. Bilhassa Ada Murray kendini eşine ve çocuklarına adamış bir kadın profili çizmektedir. Bu adanmışlığın karşılığını da görüyor gibidir çünkü Profesör Murray eşinin fikirlerini önemseyip değer vermekte ve onun onayını önemsemektedir. Sözlüğün yapılması kesinleşince profesör:
JAMES MURRAY: Tüm hayatım buna bir hazırlıktı. Artık zamanı geldi. Ne yaptıysam seninle yaptım. Hiçbirini sensiz yapamazdım. Bir kez daha, bana kendini ödünç verebilir misin?
Diyerek eşine ihtiyacı olduğunu söylemekte ve yaptıklarında eşinin rolünü kabul etmektedir. Tabi 19. yüzyılda bir eşin bu şekilde taltif edilmesi ve görüşlerinin alınması azımsanmayacak bir yerde durmaktadır. Ayrıca Ada Murray, eşiyle kendisinin zayıf ve güçlü yönlerini bilmekte ve eşiyle yarışmayıp birbirlerini tamamlamayı tercih etmektedir. Bunu:
ADA MURRAY: Bende olmayan bir şey var sende. O yüzden kendime, senin olmadığın şeyleri olmayı öğrettim.
Repliğinden anlamaktayız. Ayrıca eşinin gerçekten kendini işine adamış olduğunun farkında olup buna ses çıkarmamakta, Noel’de bile çalışıyor olmasını sorun etmemekte ve eğlenceli yöntemlerle eşi ve çocukları arasında denge kurmaya çalışmaktadır. Bitkilerle uğraşmayı seven kendi bahçesinde vakit geçiren bir bayandır aynı zamanda. Eşinin her meseleyi kendisiyle paylaşması görüşlerini dikkate alıyor oluşu ziyadesiyle kafi gelmektedir Ada Murray’a. Eşiyle çatışma yaşadığı neredeyse tek yer, Profesörün arkadaşıyla ilgili gerçekleri anlattığı sahnedir. Ada Murray, Dr. Minor’u güvenilmez bulmakta, arkadaşını kandırdığını, katil olduğunu ve yalan söylemesinin affedilmez olduğunu söylemektedir. Buna mukabil eşi:
JAMES MURRAY: Neden korkuyorsun bu kadar? Kötü bir insanın günahlarından arınmasından mı? Hep ne için dua ediyoruz? Bağışlanmak için değil mi? Düşmeden önce, herkesi kurtarabiliriz, yeter ki isteyelim.
Sözleriyle arkadaşını savunmaktan geri durmaz ve Eliza’nın verdiği notu göstererek “eğer aşksa….o halde nedir?” yazısıyla eşini ikna etmeye uğraşır. Tam bu esnada arkadaşının söylediği sözü anımsar, “Assythment” ve birlikte sözlüğe bakarlar; verilmiş bir zarar için ödeme yapmak, telafi, zararı karşılama, tazminat olduğunu görürler. Kanuna göre katledilenin eşinin ve ailesinin hala tazminat hakkı vardır sonucundan hala kefalet ödediğini ve bunu hayatıyla yaptığını anlarlar. Burada Ada Murray’ın duyguları, düşüncesine galip gelir ve eşini arkadaşına yardımcı olması için “bazen birileri bizi uzaklaştırabilir en çok o zaman direnmeliyiz” sözleriyle teşvik eder. Filmde olması gereken aile içi çatışma da uzlaşma ile çözülmüş olur.
Ada Murray’ın asıl dikkate şayan hamlesi, eşinin istifasından sonra sözlükle ilgi düzenlenen özel toplantıya gitme cesareti göstermesidir. İngiliz kibrinin zirve yaptığı ve akademik oyunların döndüğü erkek egemen bir topluluğu ikna edeceğini düşünmesi bile o dönem için hatırı sayılır bir cüret gibi durmaktadır. Eşinin ‘‘gayret’’ kelimesine verdiği kıymetten başlayarak yaptığı konuşma yaşananlara ne kadar vakıf olduğunu izleyiciye göstermesi bakımında ayrıca kıymet taşımaktadır.
Hızını alamayan Ada Murray buradan yılgınlığa düşen ve hayatını adadığı işinden istifa etmiş olan eşine de sert çıkacak; sözlük projesinin sadece profesörün olmadığını aynı zamanda çocukların, kendisinin ve diğer insanların olduğunu hatırlatacaktır. Dul kadının sorusunun cevabı da sevgi olduğundan; her şey sevgiyle yapılabilir olduğundan eşine, dul kadının yanına gidip gözlerinde bağışlama ve sevgi görmesi halinde arkadaşına yardım etmesi gerektiğini tavsiye edecektir. Jung, “sevgi her şeyi taşır ve her şeye dayanır demektedir. Bu sözler gerekeni söylüyor. Bunlara bir şey eklenemez çünkü en derin anlamıyla, hepimiz evrenin yaratılışından beri sevginin araçları ve kurbanlarıyız” (Jung, 2015: 408).
Burada bir kadın dayanışması da vardır. Keza zarara uğrayan, olaydan etkilenen kişinin hislerine duyulan saygı ve eğer o affetmişse yardım edilebileceğinin bilinci korunmaktadır. Diğer bir anlamda adalete bağlılık hassasiyeti de söz konusudur.
Filimde Eliza Merrett, doğru bildiği şeyleri yapmaktan geri durmayan insanlar ne der endişesinden bağımsız güçlü bir duruş sergileyen diğer bir kadın karakterdir. Aynı zamanda Eliza Merret, 6 çocuğuna bakmak durumunda olan ve eşini gözleri önünde kaybetmiş yaralı bir kadındır. Bu istenmeyen durum kendisine metanetli bir yapı da kazandırmıştır. Bahusus Dr. Minor’un yardımını kabul etmeyi düşünmez bile. Hatta çocuklarının karnını doyurmak için bedenini kullanarak para kazanmayı göze alır ki, bu izleyiciyi Eliza Merrett’in safına katma noktasında önemli bir ayrıntı oluşturur. Aynı zamanda hakikaten zor bir psikolojik süreç yaşadığını gözler önüne sermektedir.
Kadınların yaptığı işler bazında Victoria Dönemine bakıldığında, kadınların; şapkacılık, ütücülük, çamaşırcılık, hizmetçilik, örgü işçiliği ve terzilik yapabildiği ayrıca çeşitli fabrikalarda ve maden ocaklarında çalışma imkanı bulabildikleri görülmektedir. Ama aynı zamanda ekonomik olarak iş bulma sorunu vardır ki Eliza Merrett ve çocukları kan parası almaya mecbur olmuşlardır.
Bu sebepten toplumda kadın her zaman yalnız başınadır, hele de dul kadın hepten yalnız başınadır. Ancak babasına ya da eşine yaslanarak hayatta kalabilen kadın, eşi öldürülen Eliza Merrett ve çocuklarında olduğu gibi sahipsiz kalmaktadır. Toplumda kadının gideceği veya hayatını idam ettirmek için destek alabileceği kurumların varlığını -19. yüzyıl ortamında ne durumdadır- kestirmek pek de mümkün olamamaktadır. Hatta yoksul kadınların birçoğu Eliza Merrett gibi okuma-yazma bile bilmedikleri için o dönemde parlak bir hayatları olduğu söylenememektedir. Ya eşin ya da işin esiri olmak durumunda kalan kadınlar içinse çemberin dışına çıkılması çok ekstrem bir durumdur.
Bu sebeple Eliza Merrett’in eşini öldürmüş bir kişiye aşkını itiraf edecek kadar cesur olması, hem yaşadıklarına hem de döneme göre oldukça dikkat çekicidir. Çok zor şeyler yaşamış olmasına rağmen sevdiği insan için mahkemeye çıkıp lehinde ifade vermekten çekinmeyecek kadar çevre baskısını göz ardı etmesiyse takdire şayan durmaktadır. Eliza Merrett, Olanları durdurmak adına elinden geleni yapmaktan kaçınmamaktadır. Bir farkla ki kızı Clear da mahkemededir; bu kez ve seyirci, O’nun annesini desteklediğine şahit olmakta ve Dr. Minor’u affettiği hükmünü çıkarmaktadır.
Nihayetinde iki kadın da filmde, toplumun yüklediği geleneksel değerleri taşımakta ve dahi erkeklerle yaşamanın zorluklarına da katlanacak cesareti ve gücü sergilemektedirler.
Sözlerin dünyasında gezinmek
Her kelimenin hayatını kayıt altına almak istiyorsak önce doğumundan başlamalıyız, yani ilk yazıldığı andan. Sonra o kelimeler değişerek ve evrilerek asırlar boyu bize gelir. Anlamları kayar ve değişir, nüanslarını ve formlarını ekleyerek ve azaltarak. Ama iz bırakırlar. (The Professor and The Madman filmden)
Konfüçyüs bir ülkenin yönetimini ele alsaydım, yapacağım ilk iş, hiç kuşkusuz dilini gözden geçirmek olurdu der ve şöyle devam eder, eğer dil kusurluysa, sözcükler düşünceyi iyi ifade edemez. Düşünce iyi ifade edilemezse, görevler ve hizmetler gereği gibi yapılamaz. Görev ve hizmetin gerektiği şekilde yapılamadığı yerlerde âdet, kural ve kültür bozulur. Âdet, kural ve kültür bozulursa adalet yanlış yollara sapar. Adalet yoldan çıkarsa, şaşkınlık içine düşen halk ne yapacağını, işin nereye varacağını bilemez. İşte bunun içindir ki, hiçbir şey dil kadar önemli değildir! Dilin korunmasının ve doğru kullanımının ne kadar önemli olduğu çağlar öncesine kadar dayanmakta, her toplum her kültür dilini korumak için ciddi uğraşlar vermektedir.
Dil yapısı itibariyle insanlar üzerinden taşınan canlı bir organizmadır. Bu sebeple insanlar gibi kelimeler de doğmakta, gelişmekte ve ölmektedirler. Cemil Meriç bunu ‘‘Yaşayan her kelime değişir, değişmelidir de’’ (Meriç, 2015: 97) sözleriyle açıklar. Değişip gelişen bir evrende canlı bir unsur olan dil, elbette ki dönüşecektir.
Bu dönüşüm esnasında ‘‘dil ve söz’’, karşılıklı bir içerme ilişkisi içine girerler. Dil, “sözün kullanılması yoluyla aynı topluluğa bağlı bireylerde kalmış bir hazinedir” ve bireysel izlerden oluşan bir bütün olduğundan tek tek bireyler düzleminde eksik kalması kaçınılmaz olur (Barthes, 2014: 32). Şöyle ki kelime harflerden oluşur ama harflerin birleşiminden fazla bir şeydir. Kelimeyi harfe indirgeyen manayı kaybeder; manayı kaybeden de gayeyi ve hikmeti sırlar. Mana görünenin altında olduğundan gerçeğin bir bakıma sırlarından arındırılması da lazım gelir. Şöyle ki, tiyatroya göre temsil edilenin gerçek olması yeterli değildir. Anlamın da gerçeklikten pay alması gerekir. İzleyiciye eskimiş anlamını versin diye bir kantinci kadının gerçekten eskimiş bir ceketini göstermek yetmez; eskimişlik göstergelerini yönetmenin tekrar icat etmesi de gerekir (Barthes, 2014: 200).
Filhakika dil, toplumda konuşulan yani rağbet gören sözcüklere dayar sırtını. Sözcükler de dilden alındığından birbirlerini tamamlamak suretiyle büyür ve gelişirler.
FREDERICK JAMES FURNIVALL: Hayır, dil hiçbir zaman aynı kalamaz, hayat devam ettiği sürece bu mümkün değil.
JAMES MURRAY: Ama tamamlanmayan bir iş nasıl bitebilir?
FREDERICK JAMES FURNIVALL: Bize bu sözlüğün kalbini ve ateşlemek için gereken ilk elektriği verdin. Senden sonraki nesiller bu işi devam ettirecek, çünkü onlara yolu gösterdin. Ama asla bitmeyecek.
Bu nedenle dil, yalnızca “konuşan kitle” içinde eksiksiz olarak ortaya çıkar; bir söz ancak dilden alınarak kullanılabilir, ama öte yandan, dil, ancak, sözden hareketle olanaklıdır: Tarihsel bakımdan, söz olguları her zaman dil olgularından daha önce ortaya çıkar çünkü dilin evrimini sağlayan sözdür; oluşum bakımındansa, dil bireyde, çevresindeki sözün öğrenilmesiyle belirir. Bebeklere dilbilgisi ve sözlük, kısaca dil öğretimi yapılmaz. Sonuç olarak, dil, sözün hem ürünü, hem aracıdır. Demek ki, burada gerçek bir diyalektik söz konusudur (Barthes, 2014: 32).
Çerçevesi zamanla çizilen bu yolculukta İngiliz dilindeki sözcükleri kayıt altına alma görevinde epey yol kat eden Sör James A.H. Murray’e 26 Haziran 1908’de şövalyelik nişanı verildiğinde T harfine kadar tüm kelimeleri tamamlamıştır. 26 Temmuz 1915’te akciğer zarı iltihabı sebebiyle hayatını kaybettiğinde sözlük, Turndown (Tersyüz) kelimesine gelmiştir. Dr. William Chester Minor, Washington D.C’de ki St. Elizabeth Hastanesi’nde tedavi görmüş ve kendisine şizofreni tanısı konulmuştur. 26 Mart 1920’de evinde huzur içinde uyurken zatürre sebebiyle hayatını kaybettiğinde sözlük, Vywer (Vasiyet) kelimesine gelmiştir. Oxford İngilizce Sözlüğünün 12 Cilt, açıklayıcı alıntıdan oluşan ilk baskısı, 1 Ocak 1928’de başladıkları tarihten tam olarak 70 yıl sonra tamamlanabilmiştir. Her ne kadar dilin bu diyalektik söz yolculuğu onlarsız devam etse de, yol bellidir artık.
Son Bir Bakış
Simon Winchester tarafından 1998’de yazılan The Surgeon of Crowthorne kitabından esinlenerek ve Türkçeye “Deli ve Dahi” ismiyle çevrilen film, gerçek bir yaşam öyküsünden alınmıştır. Oxford İngilizce Sözlüğünün yazılması ekseninde delilik, deha, tutku ve saplantılar dönemin ruhundan da beslenerek işlenmiştir. Görüldüğü üzere sözlüğün hazırlanma sürecinde adanmışlık, tutku, cinayet, imkânsız bir aşk ve dostluk gibi hayata dokunan her şey bir bütün halinde şekillenmektedir.
1800’lü yıllarda sözlük hazırlamak nereden bakılırsa bakılsın teferruatlı ve zor bir macera gibi durmaktadır. Oxford İngilizce Sözlük İngiliz dili, edebiyatı ve kültürü için çok mühim bir kaynak olması nedeniyle önemli görülmektedir. Nitekim derlenmiş en kapsamlı sözlüğü yaratma görevi hiç de azımsanmayacak bir iştir. Cemil Meriç “kamus, heyecanıyla, hassasiyetiyle, şuuruyla bir milletin hafızası, yani kendisidir. Kamusa uzanan el, namusa uzanmıştır. Her mukaddesi yıkan Fransız İhtilali, tek mukaddese saygı göstermiştir: kamusa” (Meriç, 2005: 90) derken sözlüğün ehemmiyetine dikkat çekmektedir. Ayrıca hazırlanma tekniği bakımından günümüzün Wikipedia ve ekşi sözlük gibi internet sitelerine kaynaklık ettiği bile söylenebilir.
Film dönemin atmosferini yaratma, panoramasını çıkarma, zihinsel ve sosyal haritasını çizme ve toplumsal yaşamını yansıtma bakımından ayrıntıları başarıyla vurgulayan sanat yönetmenliğine çok şey borçludur. Görüntü yönetmenliği de bu hususların daha da güçlenmesini sağlamaktadır. Victoria Dönemi mimarisi Neo-Gotik yapılar, bir yandan geçişlerde kullanılmakta diğer yandan da dönemin ihtişam ve debdebesine vurgu yapmaktadır. Dönemin binaları, sokak yapısı ve at arabaları sosyal hayatın dokusuna dair veriler olarak da seyirciye ışık tutmaktadır. Keza Film, dar alanlarda geçen sinematografisi ve Oxford’un büyülü mimarisiyle de dikkat çekmektedir. Dönemin Kıyafetleri ki; kadınlar için gittikçe kabaran elbiseler, korseler ve tarlatanların da yardımıyla hareketlerin kısıtlandığı bir moda anlayışı ile özellikle şapka kullanımı -erkek ve bayanlar için- ilk anda izleyiciyi çeken ögelerden bazıları olmaktadır.
Kitap haklarını yaklaşık 20 yıl önce edinen Mel Gibson için tıpkı Profesör Murray gibi bir tutku projesidir film. Bu dönem filmine Gibson, Apocalypto’dan senaristi, yönetmen Farhad Safinia‘yla birlikte imza atmıştır. Tarihsel bir dram ile tıbbi gerilim tonunda işlenen film Oxford İngilizce Sözlüğünün yapım hikayesini ele alan klasik bir sinemadır. Tahran doğumlu ve İran asıllı bir yönetmen olan Farhad Safinia’nın ilk sinema işi olması hasebiyle yer yer eksiklikler olsa da kinetik el kameralarını yoğun kullandığı film, çekim olarak genelde statik ve ağır bir akışla ilerlemektedir. İzleyiciyi öyküye kolayca çeken yakın plan çekimleri sıklıkla kullanılmakla beraber, kameranın karakterlere eşit mesafede durmasına dikkat edildiği görülmektedir.
Ayrıca filmde oyuncu bakış açılarına sıkça yer verilmektedir. Yönetmen, duygusal etkiyi kuvvetlendirmek için sık sık Dr. Minor’un bakış açısını izleyiciye göstermekten kaçınmamaktadır. Öyle ki savaş nevrozları yüzünden yaşadığı psikolojik travmaları ve istemeden işlediği cinayeti, Dr. Minor’un hücresindeki iki hayalet tarafından rahatsız edilmesine varana dek onun bakış açısından vermekle seyirciyi tamamen Dr. Minor’la özdeşleştirmekte ve seyircinin ona bir suç atfetme direncini kırmaktadır.
Filmde müzik de yoğun olarak kullanılmakta duygusal atmosferin adeta müzikle altı çizilmektedir. Kemanın stres yaratan bir etkiyle kullanıldığı sahneler, yer yer oyunculuğun etkisini kırsa da genel anlamda müzik hikayeyle uyumlu bir tonda seyretmektedir. Ayrıca film, yaş aralığı itibariyle orta ve üst grup sinema seyircisine hitap etmektedir.
Bazı anlaşmazlıktan ötürü Mel Gibson’ın filmin tanıtım gezilerine katılmaması ve yapımcılar arasındaki sorun her ne kadar filmin promosyonuna gölge düşürse de oyunculuğunu, dramatolojisini, görüntü ve tarihsel dokusuyla birbirlerinden çok farklı görünen ama kaderin bir cilvesi olarak aynı amaçta buluşan dahi iki adamın hayatlarının belirli bir bölümüne bakan film, sömürgecilik, yabancılaştırma, -Dr. Minor yabancıdır- kariyer ve yükselme hırsı ve vicdani ret gibi temalara değinirken; alttan alta bağışlama, direnme, suçluluk, bedel ödeme, merhamet, umut, sevgi ve adalet temalarını da tartışmaya açmaktadır.
Bu çerçeveden bakıldığında anlam ve anlamsızlığın kol kola yürüdüğü bu cihette, insanın anlam arayışının devam ettiği görülmektedir. Doğduğumuz dünya çok acımasız olmasıyla birlikte ilahi bir güzelliğe de sahiptir. Anlamlı oluşunun mu, yoksa anlamsızlığının mı ağır bastığına karar vermek, insanın yapısına bağlıdır. Anlamsızlık tümüyle baskın çıksaydı, gelişmek için atılan her adımda, yaşamın anlamı büyük bir oranda değerini yitirirdi. Büyük bir olasılıkla, tüm metafizik sorunsallarında olduğu gibi, her ikisi de doğru. Yaşam, anlam ve anlamsızlık demek ya da yaşamda, anlamlar ve anlamsızlıklar var. Anlamın ağır basıp zaferi kazanmasını kaygılı bir umutla yürekten istiyorum. Lao-tzu, “Her şey apaçık, bulanık gören benim,” demekle hissettiklerimi ifade etmiştir (Jung, 2015: 414).
WILLIAM CHESTER MINOR: O da biliyor mu?
JAMES MURRAY: Biliyor.
WILLIAM CHESTER MINOR: Ona söyle… Ona söylersin sen.
JAMES MURRAY: Söylerim.
Bütün yaşamı boyunca söyleyeceği en önemli kelimeleri, belki de bir daha asla fırsatını bulamayacağı o konuşmayı, arkadaşının sözlerine emanet etmek…
İnsan, emrinde olan sözcükleri akıtarak sevgiyi adlandırmaya çalışsa da bu sonu olmayan bir kendini aldatmaca olarak kalır. Bir damla aklı varsa, bu işten vazgeçer ve bu bilinmeze ondan büyük bir bilinmez olan Ignotum per ignotus[7] yani Tanrı adını verir. Böylece boyun eğdiğini kusursuz olmadığını ve bağımlı olduğunu itiraf eder. Ama yaptığı aynı zamanda gerçekle yanılgı arasında seçim yapmakta özgür olduğunun kanıtıdır. (Jung, 2015: 408).
Kaynaklar
Adorno, Theodor W. (2019). Negatif Diyalektik. Çev. Şeyda Öztürk. İstanbul. Metis Yayınları.
Aytun, Özge Altan. (2019). Kendine Zarar Verme Davranışı: Özellikleri, İşlevleri Ve Travmatik Yaşantılar, Çocukluk Örselenmeleri, Kişilik Özellikleri ve Baş Etme Tutumlarının Rolü. İstanbul. İstanbul Üniversitesi-Cerrahpaşa Adli Tıp Enstitüsü Sosyal Bilimler Anabilim Dalı Doktora Tezi.
Barthes, Roland. (2014). Göstergebilimsel Serüven. Çev. Mehmet Rifat ve Sema Rifat. İstanbul. Yapı Kredi Yayınları.
Jung, Gustav Carl. (2015). Anılar, Düşler, Düşünceler. Çev. İris Kantemir. İstanbul. Can Yayınları.
Kearney, Richard. (2012). Yabancılar, Tanrılar, Canavarlar. İstanbul. Metis Yayınları.
Kershaw, Stephen P. (2018). Yunan Mitolojisi. Çev. Şefik Turan. İstanbul. Salon Yayınları.
Kleınman, Paul. (2016). Psiko 101. Psikolojinin Geçekleri, Temel Ögeler, İstatistikler, Testler ve Daha Fazlası. Çev. Hasan Kaplan. İstanbul. Okuyan Us Yayınları.
Koryürek, Mehmet Mert. (2011). Iraklı Sivillerde Savaş Travmasına Bağlı Ruhsal Sorunların Yordayıcıları. Ankara. Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı.
Meriç, Cemil. (2005). Bu ülke. İstanbul. İletişim Yayınları.
Meriç, Cemil. (2015). Ummandan Uygarlığa. İstanbul. İletişim Yayınları.
Robins, Kevin. (2013). İmaj. İstanbul. Ayrıntı Yayınları.
Sönmez, Sevcan. (2012). Toplumsal Bellek Ve Sinema: Türkiye Sinemasında Travmatik Temsiller. Eskişehir. Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Doktora Tezi.
Svendsen, Lars Fr H. (2017). Korkunun Felsefesi. Çev. Murat Erşen. İstanbul. Redingot Kitap Yayınları.
İnternet Kaynakları
https://tr.wikipedia.org/wiki/Victoria_devri (06.06.2020)
http://www.girgin.org/yunan-mitolojisinde-dunyanin-olusumu/ (06.06.2020
http://www.dusunuyorumdergisi.com/ana-tanrica-kultu/ (06.06.2020)
[1] https://tr.wikipedia.org/wiki/Victoria_devri
[2] Fable convenue: Anlatılması uygun bulunmuş masal.
[3] http://www.girgin.org/yunan-mitolojisinde-dunyanin-olusumu/
[4] http://www.dusunuyorumdergisi.com/ana-tanrica-kultu/
[5] Katalepsi: Bazı özel histeri formlarında ve karakteristik olarak katatonik şizofrenide görülen, hastanın çizgili kaslarında iradeli kasılma gücünün geçici kaybı.
[6] Her şey gider
[7] “İgnotum per ignotius obscurum per obscurantius. Karanlığa karanlıkla, bilinmeyene bilinmeyenle cevap vereceksin.”
1 Yorum
Ellerinize sağlık çok uzun ve detaylı bir inceleme olmuş, teşekkür ederim.